Aydilge fanatikliğim post-it üzerine "Hangi Filmin Baş Rolünde Kahraman Oldum" yazarak ofisin duvarına asmamla birlikte yeni bir seviyeye erişmiş durumda. "Takıntı" kelimesine fena halde takılmış durumdayım. Niyeyse bir içselleştirdim, kendimde bir yer edindirdim, "karşıdakinden çok fazla şey beklemek" adlı klişe söz öbeğiyle özdeşleştirip kafamı allak bullak etmeyi başardım. Tıpkı sevgilimden olağanüstü-süpersonik karakter değişimleri isteyip, bunlar (doğal olarak) gerçekleşmeyince depresyona girip kafamı allak bullak etmeyi başarmam gibi.
Çok sevilmek, ardından takıntı haline dönüştüğünü görmek insanı göklere uçurabiliyor. Ama egolar devreye girip, ufacık bir doz bile empati yapmadığın durumlarda beklentiler, istekler tavana vurmaya başlıyor. Sevgilin için sen bir takıntı haline dönüştüğünden, kendisi ses soluk çıkarmadan bunlara yanıt vermeye çabalıyor. Onun çabaladığını görmenle beraber biraz sabredip, mutlu olabilecek iken, egonu parabolik olarak artırıp, hiperbolik hızda isteklerini yeniliyorsun. Sıfırdan başlayıp sonsuza müthiş bir hızla giden bu eğriye terkedilmek o kadar güzel yakışıyor ve o eğride o kadar hızlı bir düşüşe sebep oluyor ki ardından yaşadığın kafanın telafisi olamayabiliyor. Sevgilin ise sana tam bu anda "varlığın yokluğundan daha zor" sözleriyle sesleniyor. Sen onu "yollara düşürsen" o da sana "dönmem geri" dese de sonunuz Atlas Pasajında sımsıkı sarılıp umutsuzca ayrılarak tüm salonu ağlatan Alper ile Ada'dan farklı olmuyor.
Ama yinede darlanmanın gereği yok. Neticede bu dinamiklerin hepsi bir dengeye ulaşıyor. Kimini böyle seviyorsun, kimini başka türlü. Çoğu kez egolarının tamamını toprağa gömmeye çalışıyorsun, tüm ilişkilerinin mutlu sonu için gayret gösteriyorsun. Ve elbette sonunda mutlu olmayı kendine öğretiyorsun. Ama sen bunu öğrenirken harcadığın insanlar için Tarkan'dan geliyor...ÜZGÜNÜM :)
P.S : Sevgilimi Seviyorummm....