Aşk dendiğinde aklıma ilk gelen şeyin "kadın" olmasından kendimi alamıyorum..Büyük şehir hayatının klostrofobik havasını solumaktan olsa gerek diye düşünmekteyim..Veysel'e o zaman ki ilişkimden bahsetmekte, sevdiğim kadına övgüleri bir bir dizerken ara arada olsa onun kusurlarından bahsedip, sevgilimden yola çıkarak genel anlamda kadınlardan şikayet ediyor, uyuşmazlıkları anlatarak bir takım çözümlemelere varıyordum...Eski ilişkilerimin dinamiklerinin peşimde olduğunu anlatıyor, eskilerden kalan yaraların sarılmasının biraz zaman alacağını ama sabrımın galip geleceğini söylüyordum...""İlişkilerdeki Kadın beklentisi"" sorununu nasıl minimize edeceğimi ona soruyor, bu beklentilerin bende zaman zaman ""aslolan beni"" kaybetmeme ve kendimi fazlaca değiştirmek için zorlamama neden olduğunu anlatıyordum...Aşk'ı övüyordum. Ancak böyle durumlarda maneviyatımı biraz kaybedince AŞK'a olan inancım da biraz azalıyor ufak girdapların içinde sağ kalmaya çabalıyor ve bazen karşı tarafa da zarar vermişken buluyordum kendimi...Beni, nasıl olacakta herşeyimle kabul edecek, kusursuz sevecek biri çıkacaktı karşıma...Ya şimdiki ilişkim de aynı boyutlara ulaşıp eskilerine benzerse diye yakınırken sazını alan Veysel, bambaşka bir AŞK yorumlamasıyla karşıma çıkıverdi...Dünya var oldukça hatırlanacak muhteşem eserini söylerken beni yerden yere vuruyordu...İnsanlık var olduğundan beri yaşanan bambaşka bir aşkı dile getiriyor, benim pek kıyısından geçemediğim, modern zamanlara kurban verdiğim duyguları teker teker tellerinden döküyordu...Söyledikleri, POPÜLER KÜLTÜR içinde yoğurularak maneviyattan hafifçe uzaklaşmış olan bendeki basit duygular karşısında giderek büyüyor ve yeni bir AŞK tariflemesi yapmama sebep oluyordu...
Veysel, aşkıyla mutluydu, ben ise onun söylediklerini kıskanıyor, modern zaman aşklarındaki basit sorunlarıma, anlamsız, fazlaca abartılmış duygu karmaşasının içinde boğulaya devam etmek üzere sessizce yanından uzaklaşıyordum...
P.S : TOPRAĞIN BOL OLSUN VEYSEL
aslında aşk da varlık felsefesiyle ilgili, yoktan var edene, karşılıksız verene duyulan ilgi aşkın kökeni belki de, mesela annemize duyduğumuz, Veysel in toprağa duyduğu gibi.. insanı yok iken var eden ama gerçekten mevcut olmayan bir maddeden var eden ve artık hiç yok olmayacak ruhunu "Kendi" ruhundan veren yaratıcıya duyulan şey çok kabak tadı verse de (televizyonda sürekli konuşan amcalar yüzünden)aşkın kökeni aslında. düşünsene hiç var olmasaydık bunca cümbüşü nerden görecektik, varlık tecrübenin ta kendisidir, çünkü bir kere var isen hep varsın artık ve de tecrübe kazanılacak yol goes to infinity... düşünsene dedimde zaten yolun kendisi düşünceden ibaret...
YanıtlaSilKarşılıksız verene duyulan ilginin aşkın kökeni olduğu konusunda hemfikirim seninle...Malesef ki zamane aşkları bu şekilde hayat bulamıyor..Hayat bulduğunu sandığın anda ise hayal kırıklığına dönüşüyor..Fazlaca bencilleşmenin ve birbirinden ürkmenin sonuçları bunlar..Bazen ise kendinden korkuyorsun..Gitmek istediğin yolun sana zarar vereceğini düşünüp, ürkmüş bir şekilde geri dönüyorsun...
YanıtlaSilP.S : Yorum için teşekkürü borç bilirim..