30 Nisan 2011 Cumartesi

:::Rock'n ROLL is The ONLY Way That I Tell My Story:::

 
    1983 yılının sıradan bir mayıs -perşembe- 16:45 civarlarıydı galiba -ki ben saatimi annemin karnında unuttuğumdan pek hatırlayamıyorum- Erkin Koray, hastane şenlikleri kapsamında düzenlenen bir etkinlikte yalnızlar rıhtımını söylüyordu...""Yosun tutmuş gözlerim yalnızlar rıhtımında..."" derken o, geç bir sezeryan doğum olan ben yeni yeni nefes almaya başlıyordum...MFÖ den yalnızlık ömür boyu adlı şarkıyı - ki sevgili dostum Mazhar Alanson'un ben bu şarkıda ne demek istediğini bir ay önce tam manasıyla anlayabildim- çok sevmemin, doğarken kulağıma üflenen Erkin Koray sözlerinden ötürü olduğunu düşünürüm. Bir kader belirleyicisi gibidir benim hayatımda....
 
   93 yılına kadar -ne güzel komşularımız olan Travestilere boruyla külah attığımız zamanlardır bunlar-  oturduğum mahallede hemen her evden yükselen Elvis'in ""it is now or never"" dizeleri anı yaşamam gerektiğini bana bir hayat düsturu gibi öğretiyor ve ben bakkaldan, nasıl olsa babannemin emekli maaşı aldığı gün öderiz deyip veresiye alışveriş yapmaya devam ediyordum. Cem Karaca'nın tamirci çırağıydı herhalde beni pazar günleri kurulan Esat Pazarında su satmaya iten şey...Emekçi kelimesinin anlamını daha da yadsımak içindi belki tüm bu yaptığım...Belki de mahalle bebeleri için sadece bir eğlenceydi - hatırlamıyorum....
  
    Ortaokul'a "Smells Like a Teen Spirit" ile başlayıp,  Marty Friedman, Dave Mustaine'e bulaşmak isteyip bulaşamadan - anlamlandıramadığım çapraşık ilişkiler yaşayarak -  liseye adım atmamla beraber Bülent Ortaçgil'e bulaşmıştım. Dalyan Deltasıyla bir oh çekerdim bunaldığım anlarda ve Bozburun'du hep gitmek isteyip, ama yerine Bodrum'u tercih ettiğim yer...Belki de bundandır Mavi Sakal'dan İki Yol'u sevmemin ya da Ünlü'den "Rüya" nın hastası olmamın sebebi...Hatırlamıyorum...Neyse..
  
    "Common baby light my fire....." diyerek atıldığım, kendimi oraya bir şekilde ait hissedemediğim üniversitem "Hey You....Don't give him without a fight" ile arada bir sertleşip "Hadi Gel Buluşalım Eski Köprünün Altında..." ile hareketleniyordu...
    
     2006 yılıydı işe başlayıp şehrimden gittiğimde ve sadece "Yoldan Geçenler Varda Her Akşam Gelenler Nerde..." dizelerini dinlemeye başladığım zamanlar...O yıldan beri bugüne değişmeyen tek şeydi hayatımda belki de bu dizeler...En sert kafaları yaşadığım, melankoliyi istemeden bir yaşam tarzı haline getirdiğim zamanlardır bu zamanlar....Ne kadar devam edeceğinden haberim yok- olmadı da zaten hiçbir zaman....
  
     ""Seke seke geldim - sike sike gidiyorum"" ... (Can Yücel'in sert bir dizesidir bu sevgili okur)

     Sona yaklaştığımı hissettiğim zamanlarda "Stairway to Heaven" sanırsam tek duymak istediğim şey....


29 Nisan 2011 Cuma

..!!! Karanlıkta Bağıran Kadın !!!...




Bir kadın bağırıyor karanlıkta,
Sesini hiç kimseye duyuramadan,
Ve karnındaki çocuğu,
bir kez bile elleriyle doyuramadan;
Bağırıyor kadın karanlıkta…
                                                                                                                                                                                                                                                        

Karanlıkta bağırıyor kadın,
Çığlığı kesiyor sessizliği, bir bıçak gibi..

Bir Bıçak..Karnına, böğrüne , ruhuna girip çıkmış kadının…
Bir puşt..Bir bıçakla…Ağzına sıçmış kadının..
Bir it…bardak bardak kanını içmiş kadının..
Bir hayat…Ellerinden kayıp gitmiş kadının…

-Karanlıkta bağıran kadın annem…
Karanlıkta bağıran kadın bacım…
Karanlıkta bağıran kadın sevgilim..
Karanlıkta bağıran kadın BENİM!!…
Size söylüyorum ulan..Sesimi duyun!! -

Ve…
Görmek isterken delice
                          ,son bir defa daha,
                                        doğacak  güneşi,
Kesiliyor sessizce,
                         karanlıkta,
                                kadının sesi….

Bir yavru  kuş havalanıyor gökyüzüne,
Acemi kanatlarında bir telaş,
Çipil gözlerişnde yaş,
Uzaklaşıyor hızlıca kuş!!
Unutmaya çalışarak  geçmişi….


Değerli dostum Tolga Demircan'dan....

Fotoğraf - Sinop Cezaevi  Kasım 2009

AsLIndA


Olsa da maskelerimiz yüzlerimizde,
Ki, ifadesizdir aslında onlar çoğu zaman,
Ağlarız aslında hepimiz
Kimseciklere çaktırmadan....

Dokunmak birine artık çok sentetik,
Sanki şeffaf eldivenler giymişcesine hissiz...
Çıkarmak istediğimde BEN,
Hep,
SENsiz...

Kalıp çırılçıplak,
Teslim olmak istesem de hep,
Korkarım bazen yitmekten,
""SEN"" olmadığını fark etmekten,
Kalabalıklar arasında ""FARK"" edilmekten....



Temmuz 2010 - New York Metropolitan Müzesi Önü...

25 Nisan 2011 Pazartesi

:::DEforme TAytlaR:::

Romantizm den daha önce bahsetmiştim aslında...Yani en azından herkesin dilinde olan bu hadisenin bende hangi zamanda nasıl vuku bulduğunu anlatmıştım. 

Bir çok kez ben de istedim,yani en azından çaba sarf etmek istedim...Dolunaya karşı iskelede ayakları denize sallandırıp şarap içmek, mumlarla kaplı loş ışık sahibi bir ortamda güzel bir yemek yemek, sevgilimin başı omzumda Eric Clapton, Sting veya ortaokula denk gelen aşklarda Haluk Levent dinlemek...Ama bu kalıpların içinde olamadım...Romantizmi başka bir hikaye, aşkı başka bir türlü içselleştirip, farklı bir türde dışa vurma gibi algıladım...Samimiyeti ön planda tuttum...Bu çok önemlidir aslında sevgili okur...

Neyse.....

Sonuçta kendimi ölçüp tarttığımda, geçmiş ile sert hesaplaşmalar yaşadığımda görüyorum ki, en çok aşık olduğum - hani şu kendini 2010 yılı düğünlerinin resmi ilk dans şarkısı olan Pervane nin mısralarında gibi falan hissettiğin cinsten bir aşk (en pop kültür adamının anlayacağı dilden) - zamanda dahi sevgilimle birinci yılımızı doldurmanın şerefine, ona olan aşkımı anlatan mısraları hepinizin önünde ancak şu şekilde dile getirebildim;


Deforme taytlar,
Teşhirci kadın...
Burnuna bazen parmak sokan adam
Neydi peki bizim suçumuz olan
Belki de bizde eksik olan....
........
Hayallerde yaşayan küçük kız;
Kocaman gözleri,
Sanki hepimizi kucaklayacak gibi
Madonna olmuş sanki
Herkesi baştan çıkaracak gibi
.......
Deforme taytlar,
Kıskanç adam...
Bazen kör,
Bazen biliçsiz olan...
Hergün,
Hiç dinlenmeyecek şarkılar yazan,
Ve tek gerçeğinin
AŞK olduğunu sanan...
........
Deforme taytlar,
Kocaman bir AŞK...
O Kadın ve O Adam 
Var oldukça, ve zaman geçtikçe,
KOSkocaman olacak olan...
                                                                                                                                         

Dedim ya sevgili okur, samimi olmaya özen gösterdim ben her zaman...
Sevgiyle - Aşkla...

23 Nisan 2011 Cumartesi

Lev Tolstoy'un Ümit Besen'e Saygı Duruşu

Sanırım 1860 yılıydı...Yani en azından yanlış hatırlamıyorsam...Lev Nikolayeviç Tolstoy ile Rusya'da Polyana'da bir çiftlik evinde - ki bu ev Nikolay Levin'in çiftlik evinden daha küçük bir evdi- oturuyor, kırklı yaşlarda olan ve elleri toprakla bütünleştiğinden nasırlar ve kırışıklarla dolu hizmetçinin yaptığı balinka adında bir içki içiyorduk. Din, toplum,ahlak gibi benim dinlerken sıkıldığım ve kapanması için Tolstoy'un sorduğu sorulara kısa ve anlamsız cevaplar verdiğim konulardan konuşuyorduk. Balinka beni hızla etkisi altına almış - ki ben çok içki içmeme rağmen kolayca çarpılan biriyimdir- ufak çaplı bir baş dönmesiyle yüz çevremde hafif kızarmalara ve içten içe yanmalara neden olmuştu. Anna Karenina dedi bir anda çok sevdiğim ama bazen sıkıldığım dostum Tolstoy. Güzel bir kadın, zengin, soylu, iyi dans eden ve soyluların eğlendiği vals gecelerinde herkesin dans etmek için sıraya gireceği türden bir kadın. Evli dedi. Çocukları var.Kocası şehrin ileri gelenlerinden diye tabir ettiğimiz türden. Anna'nın ihtiras sahibi olmayı seçtiği zaman erkek kardeşini ziyaret ettiği zamana denk düşer dedi. Orada, Petersburg'da tanıştığı bir adam onu vazgeçemediği engel olamadığı bir tutkuya sürükler- ki bu adam genç bir subaydır- .........Anlattı o gece hikayeyi uzun uzadıya. Hatta o kadar uzun anlattı ki hizmetçiler dahi dayanamayıp yatmak için izin istemişlerdi ondan. Ben balinkanın kollarında sevgilimi düşünmekle meşguldum. O yüzden sevgili okur, çok da fazla detay hatırlayamıyorum. Çünkü ben sevgilimi düşünürken onun zaman zaman yanımda oturduğunu hayal eder, kendimi onun saçlarını okşarken bulurum. Ama Anna'nın kocasını aldattığı ve genç subayın kollarında dans ederken hislerini Tolstoy'dan dinlediğimde derin derin dalmışım. Biraz daha hassaslaştığım bir anda Ümit Besen dedim. Yani boş bulunduğumdan mı yoksa yoğunlaştığım için mi bilmiyorum. Ümit Besen dedim. O zamanlar yepyeni bir müzik tarzıydı bizler için. Tolstoy'un pek hoşlanmadığı bir müzik tarzıydı. Yani o nedense piyanonun bu tarz bir müzikte kullanılmasına alışamamıştı. Okul Yolu dedim sonra, biliyor musun diye sordum Tolstoy'a. Hayır dedi. Duymadım daha önce. Biraz mırıldandım. Sözlerini beğenmiş olacak ki not aldığını gördüm. Ümit Besen'in şarkıyı kurgularkenki ustalığını sevmiş, çocuksu, naif bir aşkı yumuşak bir dille anlattığı aşkının sonunda aldatılmış bir adam olmasına karşı gösterdiği olgun -hani ben çekerim cefamı, kendi kenidime ağlar dururum şeklinde bir olgunluktur bu- tavrına hayran kalmış ve onu magnifique olarak tanımlamıştı. Önüne geçemediği, sevdiği ama bir zaman sonra aldatılmışlığa engel olamadığı bir ilişki sonrasında yazdığı bu eser önünde bir saygı duruşu gösteren Tolstoy defalarca dinleyip derin derin iç çekmişti. Balinkasından son bir yudum aldı, izin istedi yanımdan ayrılmak için ve masadan kalktı....Sanki kendi eserinin -Anna Karenina- bu dev adamın kısacık sözleri karşısında değersizleştiğini düşünmüştü. Tolstoy'u son görüşüm işte o gündü benim.....

Son mektubunu Kasım 1910 yılında aldığımda, bana o şarkıyı kendisiyle tanıştırdığım için ne kadar minnettar olduğunu yazmış, hakkımı helal etmemi söylemişti. Gözlerimi dolmasına hakim olamamıştım. Usulca ağlarken kendi kendime Ümit Besen'in televizyondan gelen anlamlı dizeleriyle teselli oluyordum : Hayatın draması varsa.............


Saygıyla....