1 Aralık 2011 Perşembe

Sıkılmacalar - 01.12.2011

- Merhaba

- Her aya yeni bir anlam yükler olduk, sanki başka zaman yaşayamayacak gibi Kasım'da Aşk, Aralık'da seks fanatiği olduk. Yakında kapitalizm götünüzü verin dese anında domalacaz gibi görünüyor.

- 2011 den bir bok olmayacağını biliyordum ve sakin geçirdim. 2012'ye karşı içimde umutlar var, uzaya çıkacağım hissi hakim üzerimde. 

- Uzaya çıkmak yerine Gümüşlüğe'de gidebilirim. Yer çekimli gün batımı hayranıyım. 

- Birine internetten çiçek yollamak güzel bir şey de, çiçeği alınca yüzündeki ifadeyi görememek kötü. 2 TL karşılığında MMS yoluyla gönderilmesi taraftarıyım. Buradan ciceksepeti.com'a sesleniyorum. 

- Badem bıyığa değil, fırça gibi öne doğru olan badem bıyığa karşıyım. Hele bir de sarımtırak renkse yolasım geliyor şerefsizim.

- Yeni bir akım olarak - ŞerefSİZM

- Yeni bir bilim dalı olarak ŞerefOLOJİ

- Yeni bir burç akımı olarak da ŞerefONOMİ

- Ofisteki klimanın pozisyonu kadar önemli bir pozisyonun şirket bünyesinde dahi olmadığı kanaatindeyim. Zira yaz boyu klimanın direk yüzüme vurmasından ve boynumun tutulmasından dolayı klima açamadım. Oda değiştirmeyi veya istifa etmeyi düşünüyorum.

- Akıl dolu bir TV tartışma programı adı olarak DüşünüYORUM

- Geçen gün "beyin amcıklaması" nı "beyin mıncıklaması" olarak yazan birine "çok hanımefendi birisiniz" diye iltifat ettim. Hayatımda daha önce kimseye iltifat etmemiştim. Zaten onun da iltifat olabileceğini şu an yazarken anlıyorum.

- #seksokuludiyalogları için bir istatistik >>  insanların en çok sevişmek istediği kişi halen Filiz..

- Teşekkürler

30 Kasım 2011 Çarşamba

Sı-KIL-ma-ca-LAR

- Merhaba

- Bedelli askerlik askerliği yaptığımdan ötürü sikimde değil, bunu baştan söylemek isterim

- Ülkenin gündemini yakından takip ediyorum desem yalan olur çünkü gündem diye sunulan şeyin kafa karıştırmaktan öteye gitmediğinin farkındayım.

-Dünyanın en büyük şirketlerinden birinin adının "Anadarko" olması uzun zamandır çok acayibime gidiyor. Orada çalışıyor olsam yemin ederim ismi söylemekten korkarım. "Anadarko" ne amk...

- Geçen gün öğle arasından sonra asansörde maruz kaldığım geğirme ardına gelen kokudan beri yemek yiyemiyorum.

- Kapalı alanlarda sigara içme yasağı ofiste benim yan odaya kadar geçerli bir şey. Oradan sonrası yaşasın anarşi formatında takılıyor. (Ben de dahil)

- Ankara'da hava yine soğudu. Aksi bi durum olacakmış gibi "offf ne soğuk,dondum" tweetlerine anlam veremiyorum. Aralık'da 20 derece olacak hali yok amk.

- Ankara'ya her yeni mekan açıldığında insanların ilk 3 ay hücum edip, dördüncü ayda başka mekana kaymalarından sıkıldım. Bi durun olduğunuz yerde de adamlar kapatıp gitmesin amk.

- Tatil yapmayı değil, tatilde gittiğim yerleri özlüyorum.

- İşe yeni başlamış 25 yaş üstü kadın tribinden çok sıkılıyorum. Çekingenliğinin altında gizli iş hırsının anlaşılmadığını zannederek koca arıyor hepsi. Feminizmin dibine vurmaları da cabası.

- Ofiste çiçek besleyenlerin içinde barındırdığı Orta Anadolu toprağı hasreti yüzünden ben niye çiçek namına sorumluluk alıyorum, anlamıyorum. Bu konuda kendimle hesaplaşma zamanım geldi.

- Kar yağar yağmaz her sene yapılan Abant gezisi ilanının ve ardından gezide çekilen fotoğrafların panoya asılmasıyla beraber intihar etmek istiyorum.

- Her gün şirket mailine en az 3 tane vefat ilanı geliyor, ama ne asansör kuyruğunun değiştiği var ne de iş yapmadan oturan insan sayısının.

-Teşekkürler

16 Eylül 2011 Cuma

::Gün Batımı Kafasını Yaşayamayan Adamın Akıl Almaz Dramı::

Alıştığım tatil akşam üstü zamanlarını bozacak her şey vardı yine o gün, en büyük alışkanlığım olan akşam üstü bira içmenin dışında... Gün batımı seromoni için tüm belde sakinleri yerlerini almış, rüzgar her gün olduğu gibi o saatte dinmiş, ev komşum olan ""ünlü dizi oyuncusu"" elinde top çevirmeyi bırakıp verandasına yerleşmiş, ""saçları sıfır kendisi 10 numara marjinalliğin simgesi" kız şezlonguna bağdaşını kurup gözlerini kapatarak meditasyon pozisyonunu almış diğer ev komşum ""Vedat Miloratik restoran"" masalarını kurmaya başlamış hakemin başlangıç düdüğünü beklercesine hazırlıklarını tamamlamak üzereydi...

Dediğim gibi alışmamışlık eğretilik yaratıyor, alışmamış götte don durmuyordu.. ""saçları sıfır kendisi 10 numara marjinalliğin simgesi" kızın yaptığı gün batımı meditasyonu yerine hayat sorgulamacasına girişiyor, aralarında bulunduğum "hoşgörüden ölmeye hazır topluluğun" içinde yüzümde salak sırıtış aklımda sikişen düşünceler ile güneşi izliyordum...Gün batımı sırasında paralel evrene geçiş yapma isteğim olsa da bu sadece istek seviyesinde kalıyordu...Gün batıyor, ruhumdan parçalar kopmak üzere esas duruşta emirlerimi bekliyor ama benim ruhuma karşı komut düzeysizliğim bu emirleri vermekte uzman çavuş seviyesinde kalıyordu...

Bu esnada ""Yılmaz Güney filmleri ve ATV dizilerinin yaşlı kadın oyuncusu"" kocaman şapkasıyla evin önünden geçiyor, televizyondan aşina olduğum nursuz bakışını bana fırlatarak -kaldığım evin güzelliğine istinaden olsa gerek- içinden "şanslı piç" diyordu...Bu gerginliği atlattıktan sonra aklıma "32 dişini durmaksızın gösteren sinirlerini aldırmış ev sahibimin" kaldığım evde doğup büyüdüğü aklıma geliyor -yaşadığım şehirdeki hayatımın boktanlığına istinaden olsa gerek- içimden "ne şanslı kadın amk" diyordum... Hem kıskandırıp hem nasıl saniyesinde başkasını kıskanıyordum bunu anlamıyordum...

Ev komşum "ünlü dizi oyuncusu" nun hissettirir derecede aldığı derin nefes ve yaşadığı oksijen kafası, "saçları sıfır kendisi 10 numara marjinalliğin simgesi" kızın adeta mayahana okulu mezunu bir budist tadında ulaştığı nokta ve benim dünya düzeni sorgulama kafam ""ali-veli-konya""** tadında bir üçlü oluşturuyor, güneşin denizin dibine doğru yolculuğunu tamamlarken bıraktığı kızıllıkta darmadağın bir görüntü sergiliyordu...

Ertesi gün ve geri kalan 10 günde bu böyle devam ediyor, son günlere doğru Fight Club tadında bir anarşi yaratmaya karar verme noktasına kadar varıyordum...Paranın iktidarının gereksizliği, mal ve mülk koalisyon hükümeti ile yönetilen dünyanın seni insani tüm gereksinimlerinden -ki bunları başka bir yazıda irdelemek isterim- alıkoyduğu gerçeği yüzüme belkide en sert haliyle çarpıyordu...Bu düşünceler benim keçe gibi suratıma çarpa dursun, yine bir gün batıyor, benden çok daha önce oraya gelmiş ev komşum "ünlü dizi oyuncusu" ve "saçları sıfır kendisi 10 numara marjinalliğin simgesi" kız ritüellerine devam ederken, ben kendi sikko realiteme dönmek üzere Myndos'dan ayrılıyordum...

**ali-veli-konya : Askerlere komutanla konuşmadan önce tekmilin nasıl verileceği öğretilirken kullanılan saçma ama bir o kadar işe yaraya kalıp söz öbeği... (Erdem Akyıldız Trabzon gibi)



8 Ağustos 2011 Pazartesi

:::BaD ROMancE:::

Sen,
O suskun halin hep gözümün önünde....
O günkü,
Buruk bakışlarını halen unutamıyorum...
Belki Aşkların en büyüğünü hak ediyordun,
Belki de bir bilinmeze aşıktın...
Ama AŞK sana neden senin O'na baktığın gözle bakmıyordu...??
Yalnızlık senin kaderin olmamalıydı
Ama sen...
O gün utangaç utangaç gözlerini kaçıracak yer arıyordun...
...


Ve sen...sen dostum...
Anlamsızca,
Ben sevgilimle çimlerde otururken yanımızda olmak istiyor,
Muhabbetinin bir kız için ne kadar zor çekilir olduğunun farkına varmadan,
Zoraki gülüşlerimizi anlamadan,
Yalnız kalma isteğimizi sürekli görmezden gelerek,
Ve yanımızda oturmaya ısrarla devam ederek,
Bizi yanında öpüşmeye ve kendi bakışlarını da utancından başka bir yere yöneltmeye mahkum ediyordun...

...

Şimdi o kız yok!!..
Gitti...
Ve geri gelmeyecek....
Sen ise ben her hatun yaptığımda korkulu rüyam olarak hep yanımda olacaksın...
Bunu biliyorum..((!!))
Seni seviyorum..((!!))




31 Temmuz 2011 Pazar

:::MOderN ZAMANlarda AŞK dipteDİDİDİmidur??:::PART-II

    Birbirimizin hayatına anlamsız derecede ortak olalı 6 ay olmuştu...Hissettiğimiz sorumluluk duygusunun yoğunluğu civanın yoğunluğunu (13,6 gr/cm3) ikiyle çarpıp havada tokatlıyor, "ben yatıyorum" konulu telefon konuşması yapılmadan önce yatılmıyordu...Birbirimizi incitmemek için ağzımızdan kötü bir laf çıkarmıyor, facebook da yeni eklediğimiz karşı cins arkadaşları nazik bir dille birbirimize açıklıyorduk...Akşam dışarıda beraber değilsek, 2 saate bir kiminle ve nerede olduğumuz bildiren bir telefonla birbirimizi yokluyor, eve geldim haberini almadan uyumuyorduk...İnsanlar bizi çok yakıştırıyor, birbirimizin arkadaşlarından bireysel övgüler alıyor, ""çok düzgün kız (veya çocuk) XXXXX""  gibi bizi birbirimize iten cümleler duyuyorduk...O- La-La...Ne kadar da güzeldi her şey..Tüm ömrümüzü beraber geçirme hayalinde kaybolup gitmek, bulutlarda el ele yürümek, hiç tartışmasız geçen bir ilişkinin ne kadar ideal olduğundan şüphe duymadan hayat ortaklığımızı gün be gün ileriye götürmek...OH-La-LAA...DERKEEENNN....
     MOr ve Ötesi şöyle diyordu bir şarkıda ""Derken bir anda fark ettim başka bir hayat yok ki""......Bireysel hayatın yok oluşu, özgürlüğünün anlamsız yere yaratılmış olan güvensizlik ve korkuyla kısıtlanması çiftlerden birini başka noktalara itmeye başlar ve sonra....zaten sonrasını hepiniz tahmin ediyorsunuzdur diye düşünüyorum...3-5 yıl bu dinamiklerde ilerleyen bir ilişki ardından gelinen nokta ""evliliğe de ayrılığa da aynı seviyede olan yakınlık"" dır. . Oha LanN demeyin, bu böyle...Bu noktada ya ayrılırsın ya evlenirsin...Bana göre doğru olanı ayrılmaktır...Ama aynı zamanda zor olanı da...Benim yapabildiğim bir şey değildir mesela...Ama doğru olan o noktaya gelmiş ilişkinin sonlanmasıdır...Daha da fazla iç içe girmenin bir mümkünatı kalmamıştır artık.. . .
    Asıl hikayemiz ise ayrıldıktan bir 4-5 ay sonra başlar aslında...Diğer ilişkin biteli olmuş, yaraların sarılmıştır (yani en azından baya bi unutmuşsundur)...O ilişki istemek ve istememek arasında ki kararsızlığa sebep olan korkular baş göstermeye başlamıştır...Haklısındır ama cesaretsizliğin seni götüreceği yer girdabın tam ortasıdır...Yeni birini sevmekten kaçmak senin dünyanı daha da karartmaktan başka bir şeye yaramaz...(Tam yeri gelmişken diyeyim bari""Yolda durmak yolda olmak anlamına gelmez - yolda durmak yolda durmak anlamına gelir""...)  ... . Neticede o eski ilişkinin kendini tüketmesinde senin de büyük bir payın vardı ama kendine bunu söyleyemedin...Kendi hayatından vazgeçerek onun hayatına bu kadar ortak olmak, aslında seni de çok yoruyordu ama sen güvensizlik ve korkularından dolayı buna engel olmaya çalışmadın...Suçlamanın daha kolay olduğunu sandın ama aslında değildi...Aldatılmış, kandırılmış olarak hissetin kendini...Ayrıldığında ""Bana bunu nasıl yaptın sen"" diyerek kendini ilişkinin dışında tutmak gibi bir gaflette bulundun...Oysa çuvaldızı kendine batırsaydın inan bana daha çabuk rahatlatacaktın kendini...Ama bencilliğin yine ağır bastı ve bunu yapmadın...Şimdi ise biri sana doğru yaklaştığında, ""korkularım var aNNe"" diyerek bir köşede ağlıyorsun...Karşılıksız sevmeyi beceremedin...Onun yerine kendine adapte etmeyi veya ona adapte olmayı yeğledin...((Bu yazının birinci bölümünü hiç okumamıştın çünkü :))
    Şimdi ise yapacağın şey yaptığın hataları bir bir gözden geçirmek...Sen, ilişkin 5 yıl sonra bitti diye düşünüyorsun ama o ilişkinin, alışkanlık sebebiyle devam ettiği 1-2 senesi rahat var...İşte bu üçüncü yılda noldu, sonraki süreçte neden düşüş yaşandı bunu bulacaksın....Hatanı görüp ""..ya aslında ben.."" dediğinde ise Tanju Okan sana seslenecek ve sen ona gülen yüzün ve elinde rakı kadehinle eşlik edeceksin....Ve inan bana o nefret ettiğin eski ilişkin bile zihninde kötü olarak var olmayacak...Rahatlayacaksın...





 

16 Temmuz 2011 Cumartesi

:::MOderN ZAMANlarda AŞK dipteDİDİDİmidur??:::PART - I

Daha kendi şiirlerini söylemekten, yaptığı besteleri çalmaktan çekindiği, içine kapanıklığının onda yarattığı sıkılganlığı pek fazla aşamadığı Sivas Sivrialan'ın bozkır sarılığında ve sıcağında oturmuştuk Veysel'le...Sivrialan'da kendisinin yaptığı ve yörenin tek meyve bahçesindeki ağaçlar yeni yeni büyümekte, cılız gölgeler yaratmaktaydılar..Tüm ahalinin ilk başlarda ti'ye aldığı, "Atalarımız bunca yıl böyle bir is yapmamışlar, şu kör adam onlardan iyi mi bilecek ki böyle ise kalkıştı?" diye homurdandığı zamanlarda ektiği ve yeşerttiği türlü meyve ağaçları onun, o güne kadar yaşadığı en büyük mutluluklarından biriydi şüphesiz..


Aşk dendiğinde aklıma ilk gelen şeyin "kadın" olmasından kendimi alamıyorum..Büyük şehir hayatının klostrofobik havasını solumaktan olsa gerek diye düşünmekteyim..Veysel'e o zaman ki ilişkimden bahsetmekte, sevdiğim kadına övgüleri bir bir dizerken ara arada olsa onun kusurlarından bahsedip, sevgilimden yola çıkarak genel anlamda kadınlardan şikayet ediyor, uyuşmazlıkları anlatarak bir takım çözümlemelere varıyordum...Eski ilişkilerimin dinamiklerinin peşimde olduğunu anlatıyor, eskilerden kalan yaraların sarılmasının biraz zaman alacağını ama sabrımın galip geleceğini söylüyordum...""İlişkilerdeki Kadın beklentisi"" sorununu nasıl minimize edeceğimi ona soruyor, bu beklentilerin bende zaman zaman ""aslolan beni"" kaybetmeme ve kendimi fazlaca değiştirmek için zorlamama neden olduğunu anlatıyordum...Aşk'ı övüyordum. Ancak böyle durumlarda maneviyatımı biraz kaybedince AŞK'a olan inancım da biraz azalıyor ufak girdapların içinde sağ kalmaya çabalıyor ve bazen karşı tarafa da zarar vermişken buluyordum kendimi...Beni, nasıl olacakta herşeyimle kabul edecek, kusursuz sevecek biri çıkacaktı karşıma...Ya şimdiki ilişkim de aynı boyutlara ulaşıp eskilerine benzerse diye yakınırken sazını alan Veysel, bambaşka bir AŞK yorumlamasıyla karşıma çıkıverdi...Dünya var oldukça hatırlanacak muhteşem eserini söylerken beni yerden yere vuruyordu...İnsanlık var olduğundan beri yaşanan bambaşka bir aşkı dile getiriyor, benim pek kıyısından geçemediğim, modern zamanlara kurban verdiğim duyguları teker teker tellerinden döküyordu...Söyledikleri, POPÜLER KÜLTÜR içinde yoğurularak maneviyattan hafifçe uzaklaşmış olan bendeki basit duygular karşısında giderek büyüyor ve yeni bir AŞK tariflemesi yapmama sebep oluyordu...

Veysel, aşkıyla mutluydu, ben ise onun söylediklerini kıskanıyor, modern zaman aşklarındaki basit sorunlarıma, anlamsız, fazlaca abartılmış duygu karmaşasının içinde boğulaya devam etmek üzere sessizce yanından uzaklaşıyordum...





P.S : TOPRAĞIN BOL OLSUN VEYSEL

29 Haziran 2011 Çarşamba

:::iLker CAYmaZ'laşmak:::

1. Keşan'da doğup İstanbul'a erken göç ettikten sonra, bu berbat mesleğin sürüklediği ter ve ağız kokulu barakalarda İstanbul özlemiyle yanıp tutuşmaktır

2. Duyabileceğiniz en yüksek kahkahayı atıp, en basit espriyi dahi taçlandırmaktır

3. Aç karnına saat 16:00 sularında bazuka votka içip, 18:00 da tekrar yatağa düşmektir.

4. Tek başına tekila içebilmeyi başarmaktır.

5. Heavy-metal aşkına, olan parayı sahne önü biletine yatırmaktır.

6. İşe başladıktan sonra 12098230572 kilo almaktır.

7. Futbol namına en olur olmaz şeyleri bilmek, Mehmet Demirkol'un ensesine tokat atmaktır.

8. Fenerbahçe için gereksiz bir sevgi beslemektir.

9. Uykusuz dan ayrı bir hafta geçirememektir.

10. Sahalarda görülmesi arzu edilen adam olmaktır.

11. Keşan kafasının modern yüzyıldaki sağlam temsilcisi olmak, müziği duyduğu zaman oynamaya başlamaktır

12. Adaşım olmaktır....

**Bende isterdim mesleki konulardaki başarılarını yazmayı, sizlerin uhrevi duygular içerisinde bu adamla gurur duymanızı sağlamayı. Ama malesef kılavuzu karga olanın.. misali benimle birlikte çalışmaya başladığından mütevellit bu tip konularda eksik kaldı adamcağızın...

Foto gelsin....





12 Haziran 2011 Pazar

::ErKeĞin BiR ManiFEStosu OlaRAk iLHaN iREm::

Gittiğin gün hayat bitti sanmıştım.
Gittiğin gün ölümü yaşamıştım.
Gittiğin gün zaman durdu sanmıştım.
Meğerse ben yanılmışım.....

    İlhan İrem ilk kez bana bu mısraları fısıldadığında 1977 yılının Ankara ayazının yaşandığı bir Aralık günüydü ve ben daha doğmamıştım...Vay be...Dün gibi hatırlarım o günü..Sevgilimin beni terk etmesinin ardından 12 gün kadar geçmişti...Terk edilen her erkek gibi ""O, hayatımdaki son şanstı ve artık bir kadınla beraberliğe inancım kalmadı"" şeklindeki mantıksız düşünceye ben de kapılmıştım ve İlhan İrem'in benim bu halimi görmesi neticesinde bu şarkı ortaya çıkmıştı...
    Pop müzik tarihine baktığımızda kadın şarkıcıların konusu ayrılık olan şarkılarında yarattığı "kendine güvenen ve yıkılmayan kadın" imajına karşılık, erkeklerin ""ben sensiz ne yaparım - gece gündüz ağlarım"" gibi bir tutum çerçevesinde davrandığını görmekteyiz. Terkedilen erkek ve terkeden kadın arasındaki kafa yapısının güzel bir göstergesi aslında. Uzun bir ilişki sürecinde kadın, terk edeceği adamı yaklaşık bi 4-5 öncesinden kafasından silmeye başlıyor. Bu süreç zarfında ""olum bak ben yavaştan tükeniyorum, finish çizgisine doğru yaklaşıyoruz haberin olsun..."" şeklinde adama sinyaller veriyor. Erkek bu sinyalleri algılayabilecek kadar karmaşık bir kafa yapısına sahip olmadığından hiç bir şey yokmuş gibi yoluna devam ediyor..Hatta işleri daha da bok hale getiriyor. Kadın yaşayacağı sıkıntıyı işte bu 4-5 aya yayıyor ve sonunda tükenerek o muhteşem ""big bang" ini bir gecede yapıyor..Köşesine çekiliyor, erkeğin isyanını dinliyor ama nafile - geri dönüş genelde olmuyor. Bu gibi anlarda bir erkek şarkı yapmaya kalktığında "doğuş veya küçük emrah" formatını aşamıyor malesef ve ortaya iç gıcıklayıcı bir ses eşliğinde kendini yerden yere vuran bir adamın klibi çıkıyor. Çünkü erkek artık hayatta tutunacak bir dalı kalmadığını, aşkın onu ömrü boyunca terk ettiğini düşünerek büyük bir gaflet içine düşüyor. (Ne saçma LanNN) Tersi durumdan bahsetmeyi başka bir yazıma bırakıyorum...
    İlhan İrem erkeklerin bu kötü kaderine dur diyebilmiş, "işte hayat sensizde yaşanıyor" diyerek makus talihi yenerek, naif bir şarkı bestelemiştir. ""İşte Hayat""  biz erkeklerin kadınlara bir manifestosu biçiminde yazılmış bir şarkıdır ve her erkeğin ayrılınca yapma potansiyeli taşıdığı - arabesk bir hareket olan - terk edene şiir yollama, şarkı dinletme gibi gibi eylemlerde kullanılacak en iyi araçtır. Her ne kadar bu denli güçlü olunamasa da yalandan da olsa yapılabilir. ""Boş ver Arkadaş"" dinlenerek kendimize destek olunabilir..
    1977 yılından beri çok zaman geçti dostlar...O zamandan bu zaman kendimizden çok şey yitirdik. Bir çok kadın veya erkek tanıdık, bir sürüsü tarafından terk edilip, bir çoğunu terk ettik..Kimisini aldattık bazen aldatıldık..Bazen aşkın bağımlısı olmuşken, bir anda Mustafa Sandal dinlemeye başladık ve inancımız yitirdik. Şimdi bulunduğumuz noktada her kafa mevcut, çünkü yaşanmışlık -ki yaşanmışlık diyeni kızılcık sopasıyla dövsünler emi LanN- fazla...Yukarıda saydığım her şeye her zamankinden daha yakınız artık...Uzak olduğumuz şey ise kadifecik sesi, naif tavrı ile bende çok ayrı bir yeri olan dostum sevgili İlhan İrem....
    Sahi yaaa bu İlhan İrem ne oldu??...


6 Haziran 2011 Pazartesi

:::Daha ÖNce HiÇ ""6"" GüN SigaraSIZ DurMAMışTIm:::

6 gün önce sigarayı bırakmak gibi  iddalı bir harekete giriştim...6 gündür içmiyorum..Bu hareketime 2 tane daha sık görüştüğüm arkadaşımı dahil ettim...Bırakmadan önce bu işin imkansız olduğunu düşünür, yeltenmeye dahi korkardım...Sonra;

1.GÜN :  Öncelikle sabahları 5:30 - 6:00 gibi kalkıp 00:00 - 01:00 gibi yatan bir adam olduğumdan lanet olası günüm çok uzun...Her an değişiklik gösterip tüm hayatımı alt üst edebilecek bir işe sahibim..An itibariyle denizin ortasında mahkum stili çalışıyorum..Yani koşullarım sigarayı bırakmak için fazlaca zorlu...Sabah kalkmamla beraber ilk sınav; aç karnına içtiğim kahve ve sigara...YOK...Kahvaltı yapıyorum, ardına kahveyle sigara...YOK...Hassiktir...Saat 07:30 itibariyle selamun-aleyküm KRİZ....AMA nasıl kriz....Sigara değil EROİN dayamışım sanki yıllardır...Kollarımda ve bacaklarımda karıncalanmalar, kafamda bir çekilme...Bitmiyor a.q....Sandalyede oturuyorum bacaklarımı uzatmışım...Vazgeçmem an meselesi...Çekmecemce enfess bir Marlboro Light...Sıfır paket hemde aq....Ama söyledim kaç kişiye, rezil olmak istemiyorum, yakamam, hemen teslim olamam...Tüm gün boyunca gözüm buğulu, dilim peltek geziyorum, konuşamıyorum..Anlaşılmıyor ne dediğim...Rezil haldeyim..Gözüm saatte...Özellikle yemek sonraları olmak üzere krizler hiç bitmiyor ama ilk günden vazgeçmiyorum....Ağızda naneli sakızla (ki sevmem a.q normalde) bol su içerek, tüm günü geçirip spor yapmamın ardından 23:00 da tumba yatak...

2.GÜN : Hiç bir değişiklik yok...EROİN krizlerinde bir ben ve çaresiz bir ben daha....Gözlerim kapanıyor...Sürekli bir uyku hali...Kahve-çay içmeye tırsıyorum....Elde 1,5 lt su...Sigara yerine onu içiyorum..Az birşey dindiriyor..Nasıl oluyor anlamıyorum ama etkisi var ufaktan...Kesin başlarım ya hadi bakalım ne zaman diye kendime gün boyu soruyorum...Öyle böyle zor olsa da geçiyor...Ama gözüm hep saatte...Gün bitsin diye saatleri sayıyorum...Ağlıcam artık...Sonunda uyku fena bastırıyor, üstüm başımla yatıyorum, uykuyu kaçırmayım diye...

3.GÜN : Sabah iyi kalkıyorum...Şaşırıyorum...Dinç bir haldeyim...Bir fark oldu diye düşünüp hafif bir gaza geliş...Kahvaltı ardına bakıyorum ki aramıyorum...Ama dikkat çay-kahve yok...Beyni uyarmaya gelmez dostlar...Hatırlatmayın kendinize gayri-ihtiyari olarak...Öğlen kriz yok...Bıraktım işte Lan 2 günmüş a.q. alt üstü derken akşam el ayak çekilince haydiiii başlıyor kaş-göz oynamaya...Sağı solu arıyorum ben içecem diyorum...Yapma fln fln derken o günde geçiyor...Spor yapıp yatağa atıyorum...Çok gazım 3.gün bir barajdı geçti...O gün sigarayı bırakmak bana sevgilinin seni terk etmesi gibi geldi...Bir boşluktasın, eski alışkanlığın gitmiş, artık olmayacak...Onunla bir daha olamayacak olman seni üzüyor zaman zaman...Çünkü güzeldi aslında...Çok fazla zarar vermedi sana...Ama sıkıldın işte, gittiği anda ki o rahatlama da mevcut üzerinde...İşte böyle bişey yaaa....

4-5-6 . GÜNLER : Artık farkı hissediyosun...Yaşlı gibi göğüs geçirme, merdiven çıkınca tıkanma, boğaz temizleme fln yok...Ağzında kalkınca olan o berbat tat yok...Odanda ferah bir koku...Motivasyonun artıyor...Biyolojik kriz hiç olmuyor...Ama akşamları olan psikolojik hadise devam ediyor...Dostlar sigara adama zaman geçirten birşey aynı zamanda...1 paket içsen yakalşık 2 saatini günde sırf sigara içerek geçiriyosun...Muhabbeti fln da eklersen 3-4 saate kadar çıkıyor bazen bu zaman...Onu çıkardığında muhakkak bir boşluk oluyor...O anlarda seni zorluyor işte...Ama direnmek gerek...Rezil olmakta var sonunda :)

Ama şunu söylemek isterim...Sigara harika bir şey...Çok keyifli..Birçok şeyin tadı sigarayla çıkıyor..Çıkıyor da yönetemiyosun işte a.q....Adam gibi gerçekten canın isteyince içebilsen süper..5-6 tane iç...Be pezevenk 1,5 paket neyine içiyon, ne derdin var içiyon...Sigara hakimiyetini insan üzerinde fena kuruyor...Azaltmak gibi birşey benim için söz konusu olmadı...Külli bırakmak tek çare...

Çok olmadı bırakalı ama bu kadar rahat olacağını düşünmüyordum...Tavsiyem;

**2 gün direnmek şart dostlar..Sonra baya azalıyor krizler...
**Birkaç arkadaş beraber bırakmak mantıklı...Destek noktası gerekebilir...Destek olmak da aynı zamanda güzel motivasyon...
**Spor şart..Nefesinizde ki farkı görüyorsunuz...Motive ediyor sizi
**Sigara içilen ortamdan uzak durmak şart...Zira film izlerken gördüm, o zaman bile yakasım geldi ona göre...
**Çay-kahveyi ya azaltın, ya da tamamen kesin..
**Bence içki SAKIN içmeyin...Çok fena uyarabilir...Krizler geri gelebilir...Bir süre durun...
**Bol su için, sakız çiğneyin...
**Sizi kendine bağlayacak birşey bulun..Kitap okuyun, film izleyin, twitter'a fln girin...Unutun sigarayı...
**Ama ilk iki gün gerçekten zor...DİRENİN !!!...

Sigaraya cidden aşıktım...Zevkle içer 2-3 tane ardarda yaktığım olurdu..Halen diyorum, çok güzel birşey, acayip keyif verici...Bulan adamın alnından öpüyorum...Ama sıçtığımın bokunu yönetmek çok zor ve seni fena ele geçiriyor...O yüzden bırakmanız tavsiyedir...Farkı hissedince insan mutlu oluyor LaNnN harbiden...

""ÇÜŞ"" DeYince BAk NeLEr OLdU

    Çetin Altan sürekli olarak mecliste 500 kelime ile konuşulduğundan dert yanarak Türkçemizin giderek daha da bozulduğunu ve zenginliğini yitirdiğini söyler yazılarında. Bunun sebeplerini irdelediğimizde sevgili dostum, en genel olarak 1000 yılın vebası kapitalizm, az özele indiğimizde ise dış güçlerin sevgili iç işlerimizin içine sıçmak ve Türk toplumunu kültürsüzleştirmek adına Nazım Hikmet, Rıfat Ilgaz,Kemal Tahir, Sabahattin Ali, Aziz Nesin gibi dünyanın en zengin kültürüne sahip şairlerini ve yazarlarını sudan sebeplerle hapiste verimsizleştirip bizlere unutturması çıkacaktır karşımıza. O yazarlardır ki bizlere orta okulda yapım eki diye öğretilen ekleri kimi kelime köklerine ekleyip yeni kelimeler türeten ve dilimizi zenginleştiren. Sekşpir'in İngiliz diline 20000 kelime kattığı """Romeo, Romeo, wherefore art thou, Romeo? Deny thy father, and refuse thy name""" gibi dili zenginleştirecek tiyatro replikleri yazdığını düşünürsek, demek istediğim daha iyi anlaşılacaktır diye umuyorum..


    Dil zenginliğimiz tartışılmaz aslında. Dil kültürü var eden en önemli ögedir ve Türk kültürü içinde bulundurduğu diğer ögelerle birlikte dünyanın en geniş kapsamlı, zengin kültürlerindendir. Anadolu toprakları medeniyetleri dünya ve toplum düzeninin oluşmasında Mısır Uygarlıklarıyla birlikte en önemli rolü üstlenmiştir. Mesele bizim ne olduğumuzu nereden geldiğimizi unutmamız, kültür aktarıcı bireylerimizden vazgeçip, onlardan fayda sağlamak yerine, onları halktan ayrı tutup halkın kullandığı dili basitleştirmemizdir. 


    Geçmişten bugüne bozulmadan gelebilen, her devirde kendine sağlam bir yer edinebilmiş, zaman zaman argo olarak zaman zaman gerçek anlamında kullanılan en önemli onomatopetik sözcüğümüz şüphesiz ki ""ÇÜŞ"" tür. Bu değerli kelimemiz ilk başta bahsettiğimiz mecliste de sıkça kullanılıp anlamına yeni değerler katmaktadır. TDK ya güre anlamı ""Yürüyen eşeği durdurmak için söylenen söz"" olan ÇÜŞ, argo olarak da ""Yakışıksız bir davranış karşısında söylenen kaba bir söz"" anlamına gelmektedir. Ve bu anlamıyla beni kendine, her söylediğimde hayran bırakmaktadır. Birine ÇÜŞ dediğinizde kelimenin fonetik olarak karşı tarafta yarattığı etki 7,2 şiddetindedir. Sarsıcı boyutta olup insanı kendine getiren ve kendisine hızlı bir şekilde "allah ne dedim lan ben" veya "oha LanN ne yaptım ben" gibi soruları sordurup, yüz ifadesinde mikro değişimlere, renkte ise çoğu zaman bir kızarmaya sebebiyet veren bir sözcüktür ÇÜŞ...Hatta ÇÜŞŞŞ...İnsanın gün içerisinde en az bir kere ÇÜŞ demesi ona 13 kcal yaktırıp, psikolojisinde anlık rahatlama ve gün içi depresyonu dediğimiz ufak sendromlardan korunmayı sağlamaktadır. Zaten bazı durumlar da- ki bunlar hepimizin her an başına gelebilecek durumlardır - ÇÜŞ den başka bir kelime kullanılamamaktadır. Yani karşı tarafa ÇÜŞ demek zaruridir. Örneğin trafikte biri önüne sinyalsiz kırdığında, biri omuz veya duruma göre pandik attığında, market alışverişi sonrası kasada beliren alakasız fazla rakam karşısında, Survivor da Nihat Doğan'ın verdiği kiloyu duyduğumuzda ağzımızdan gayri ihtiyari veya isteyerek ÇÜŞ çıkmaktadır sevgili dostlar. Dikkat ederseniz ÇÜŞ dediğinizde üzerinizden bir pisliği atmış gibi olursunuz. Ne biliyim sıçmanın ya da osurmanın verdiği rahatlık gibidir ÇÜŞ demek. Bazen öpüşmek gibidir. ÇÜŞ diyerek öpüştüğünü söyleyen çiftler gördüm. Aldıkları hazzı 3 katına çıktığını ve ömürleri boyunca ÇÜŞ diyerek öpüşebileceklerini anlatıyorlardı.
    
    Argonun yanında kırsal kesim için önemli varlıklar olan eşekleri durdurmaya da yaraması ÇÜŞ' e olan saygımı bir kat daha arttırmaktadır. Hele ki eşeğin anladığı bir sözü insanında anlıyor olması olayı mucizevi boyutlara taşımaktadır. Bazı durumlarda ise - Levent Kırca komedyası gibi olacak ama - eşeğin bile anladığını insan anlamamaktadır. İşte burada da o insanın durumu gözler önüne serilmekte, karşıdakine bir kez ÇÜŞ demenizle birlikte vereceği tepkiye göre onun nasıl bir insan olduğu anlaşılabilmektedir. 


    Rahmetli Barış Manço'yla Lise sıralarında yaptığımız sohbetlerde ÇÜŞ ten dem vurur, anlam ve önemini anlatan şiirler yazardık. Sohbetlerimiz sabahlara kadar sürerdi. O bana göre daha efendi biri olduğundan, Türkçemizin sevgili atasözlerini de kullanarak güzel bir şarkı yapmıştı . ÇÜŞ yerine çok daha kibar bir şekilde "AHESTE" diyordu şarkısında. "AMAN YAVAŞ AHESTE" ... Ve her zamanki gibi müthiş bir ders veriyor, kullandığı elektronik ve bas ritmlerle ne kadar büyük bir devrimci olduğunu gösteriyordu.......





30 Nisan 2011 Cumartesi

:::Rock'n ROLL is The ONLY Way That I Tell My Story:::

 
    1983 yılının sıradan bir mayıs -perşembe- 16:45 civarlarıydı galiba -ki ben saatimi annemin karnında unuttuğumdan pek hatırlayamıyorum- Erkin Koray, hastane şenlikleri kapsamında düzenlenen bir etkinlikte yalnızlar rıhtımını söylüyordu...""Yosun tutmuş gözlerim yalnızlar rıhtımında..."" derken o, geç bir sezeryan doğum olan ben yeni yeni nefes almaya başlıyordum...MFÖ den yalnızlık ömür boyu adlı şarkıyı - ki sevgili dostum Mazhar Alanson'un ben bu şarkıda ne demek istediğini bir ay önce tam manasıyla anlayabildim- çok sevmemin, doğarken kulağıma üflenen Erkin Koray sözlerinden ötürü olduğunu düşünürüm. Bir kader belirleyicisi gibidir benim hayatımda....
 
   93 yılına kadar -ne güzel komşularımız olan Travestilere boruyla külah attığımız zamanlardır bunlar-  oturduğum mahallede hemen her evden yükselen Elvis'in ""it is now or never"" dizeleri anı yaşamam gerektiğini bana bir hayat düsturu gibi öğretiyor ve ben bakkaldan, nasıl olsa babannemin emekli maaşı aldığı gün öderiz deyip veresiye alışveriş yapmaya devam ediyordum. Cem Karaca'nın tamirci çırağıydı herhalde beni pazar günleri kurulan Esat Pazarında su satmaya iten şey...Emekçi kelimesinin anlamını daha da yadsımak içindi belki tüm bu yaptığım...Belki de mahalle bebeleri için sadece bir eğlenceydi - hatırlamıyorum....
  
    Ortaokul'a "Smells Like a Teen Spirit" ile başlayıp,  Marty Friedman, Dave Mustaine'e bulaşmak isteyip bulaşamadan - anlamlandıramadığım çapraşık ilişkiler yaşayarak -  liseye adım atmamla beraber Bülent Ortaçgil'e bulaşmıştım. Dalyan Deltasıyla bir oh çekerdim bunaldığım anlarda ve Bozburun'du hep gitmek isteyip, ama yerine Bodrum'u tercih ettiğim yer...Belki de bundandır Mavi Sakal'dan İki Yol'u sevmemin ya da Ünlü'den "Rüya" nın hastası olmamın sebebi...Hatırlamıyorum...Neyse..
  
    "Common baby light my fire....." diyerek atıldığım, kendimi oraya bir şekilde ait hissedemediğim üniversitem "Hey You....Don't give him without a fight" ile arada bir sertleşip "Hadi Gel Buluşalım Eski Köprünün Altında..." ile hareketleniyordu...
    
     2006 yılıydı işe başlayıp şehrimden gittiğimde ve sadece "Yoldan Geçenler Varda Her Akşam Gelenler Nerde..." dizelerini dinlemeye başladığım zamanlar...O yıldan beri bugüne değişmeyen tek şeydi hayatımda belki de bu dizeler...En sert kafaları yaşadığım, melankoliyi istemeden bir yaşam tarzı haline getirdiğim zamanlardır bu zamanlar....Ne kadar devam edeceğinden haberim yok- olmadı da zaten hiçbir zaman....
  
     ""Seke seke geldim - sike sike gidiyorum"" ... (Can Yücel'in sert bir dizesidir bu sevgili okur)

     Sona yaklaştığımı hissettiğim zamanlarda "Stairway to Heaven" sanırsam tek duymak istediğim şey....


29 Nisan 2011 Cuma

..!!! Karanlıkta Bağıran Kadın !!!...




Bir kadın bağırıyor karanlıkta,
Sesini hiç kimseye duyuramadan,
Ve karnındaki çocuğu,
bir kez bile elleriyle doyuramadan;
Bağırıyor kadın karanlıkta…
                                                                                                                                                                                                                                                        

Karanlıkta bağırıyor kadın,
Çığlığı kesiyor sessizliği, bir bıçak gibi..

Bir Bıçak..Karnına, böğrüne , ruhuna girip çıkmış kadının…
Bir puşt..Bir bıçakla…Ağzına sıçmış kadının..
Bir it…bardak bardak kanını içmiş kadının..
Bir hayat…Ellerinden kayıp gitmiş kadının…

-Karanlıkta bağıran kadın annem…
Karanlıkta bağıran kadın bacım…
Karanlıkta bağıran kadın sevgilim..
Karanlıkta bağıran kadın BENİM!!…
Size söylüyorum ulan..Sesimi duyun!! -

Ve…
Görmek isterken delice
                          ,son bir defa daha,
                                        doğacak  güneşi,
Kesiliyor sessizce,
                         karanlıkta,
                                kadının sesi….

Bir yavru  kuş havalanıyor gökyüzüne,
Acemi kanatlarında bir telaş,
Çipil gözlerişnde yaş,
Uzaklaşıyor hızlıca kuş!!
Unutmaya çalışarak  geçmişi….


Değerli dostum Tolga Demircan'dan....

Fotoğraf - Sinop Cezaevi  Kasım 2009

AsLIndA


Olsa da maskelerimiz yüzlerimizde,
Ki, ifadesizdir aslında onlar çoğu zaman,
Ağlarız aslında hepimiz
Kimseciklere çaktırmadan....

Dokunmak birine artık çok sentetik,
Sanki şeffaf eldivenler giymişcesine hissiz...
Çıkarmak istediğimde BEN,
Hep,
SENsiz...

Kalıp çırılçıplak,
Teslim olmak istesem de hep,
Korkarım bazen yitmekten,
""SEN"" olmadığını fark etmekten,
Kalabalıklar arasında ""FARK"" edilmekten....



Temmuz 2010 - New York Metropolitan Müzesi Önü...

25 Nisan 2011 Pazartesi

:::DEforme TAytlaR:::

Romantizm den daha önce bahsetmiştim aslında...Yani en azından herkesin dilinde olan bu hadisenin bende hangi zamanda nasıl vuku bulduğunu anlatmıştım. 

Bir çok kez ben de istedim,yani en azından çaba sarf etmek istedim...Dolunaya karşı iskelede ayakları denize sallandırıp şarap içmek, mumlarla kaplı loş ışık sahibi bir ortamda güzel bir yemek yemek, sevgilimin başı omzumda Eric Clapton, Sting veya ortaokula denk gelen aşklarda Haluk Levent dinlemek...Ama bu kalıpların içinde olamadım...Romantizmi başka bir hikaye, aşkı başka bir türlü içselleştirip, farklı bir türde dışa vurma gibi algıladım...Samimiyeti ön planda tuttum...Bu çok önemlidir aslında sevgili okur...

Neyse.....

Sonuçta kendimi ölçüp tarttığımda, geçmiş ile sert hesaplaşmalar yaşadığımda görüyorum ki, en çok aşık olduğum - hani şu kendini 2010 yılı düğünlerinin resmi ilk dans şarkısı olan Pervane nin mısralarında gibi falan hissettiğin cinsten bir aşk (en pop kültür adamının anlayacağı dilden) - zamanda dahi sevgilimle birinci yılımızı doldurmanın şerefine, ona olan aşkımı anlatan mısraları hepinizin önünde ancak şu şekilde dile getirebildim;


Deforme taytlar,
Teşhirci kadın...
Burnuna bazen parmak sokan adam
Neydi peki bizim suçumuz olan
Belki de bizde eksik olan....
........
Hayallerde yaşayan küçük kız;
Kocaman gözleri,
Sanki hepimizi kucaklayacak gibi
Madonna olmuş sanki
Herkesi baştan çıkaracak gibi
.......
Deforme taytlar,
Kıskanç adam...
Bazen kör,
Bazen biliçsiz olan...
Hergün,
Hiç dinlenmeyecek şarkılar yazan,
Ve tek gerçeğinin
AŞK olduğunu sanan...
........
Deforme taytlar,
Kocaman bir AŞK...
O Kadın ve O Adam 
Var oldukça, ve zaman geçtikçe,
KOSkocaman olacak olan...
                                                                                                                                         

Dedim ya sevgili okur, samimi olmaya özen gösterdim ben her zaman...
Sevgiyle - Aşkla...

23 Nisan 2011 Cumartesi

Lev Tolstoy'un Ümit Besen'e Saygı Duruşu

Sanırım 1860 yılıydı...Yani en azından yanlış hatırlamıyorsam...Lev Nikolayeviç Tolstoy ile Rusya'da Polyana'da bir çiftlik evinde - ki bu ev Nikolay Levin'in çiftlik evinden daha küçük bir evdi- oturuyor, kırklı yaşlarda olan ve elleri toprakla bütünleştiğinden nasırlar ve kırışıklarla dolu hizmetçinin yaptığı balinka adında bir içki içiyorduk. Din, toplum,ahlak gibi benim dinlerken sıkıldığım ve kapanması için Tolstoy'un sorduğu sorulara kısa ve anlamsız cevaplar verdiğim konulardan konuşuyorduk. Balinka beni hızla etkisi altına almış - ki ben çok içki içmeme rağmen kolayca çarpılan biriyimdir- ufak çaplı bir baş dönmesiyle yüz çevremde hafif kızarmalara ve içten içe yanmalara neden olmuştu. Anna Karenina dedi bir anda çok sevdiğim ama bazen sıkıldığım dostum Tolstoy. Güzel bir kadın, zengin, soylu, iyi dans eden ve soyluların eğlendiği vals gecelerinde herkesin dans etmek için sıraya gireceği türden bir kadın. Evli dedi. Çocukları var.Kocası şehrin ileri gelenlerinden diye tabir ettiğimiz türden. Anna'nın ihtiras sahibi olmayı seçtiği zaman erkek kardeşini ziyaret ettiği zamana denk düşer dedi. Orada, Petersburg'da tanıştığı bir adam onu vazgeçemediği engel olamadığı bir tutkuya sürükler- ki bu adam genç bir subaydır- .........Anlattı o gece hikayeyi uzun uzadıya. Hatta o kadar uzun anlattı ki hizmetçiler dahi dayanamayıp yatmak için izin istemişlerdi ondan. Ben balinkanın kollarında sevgilimi düşünmekle meşguldum. O yüzden sevgili okur, çok da fazla detay hatırlayamıyorum. Çünkü ben sevgilimi düşünürken onun zaman zaman yanımda oturduğunu hayal eder, kendimi onun saçlarını okşarken bulurum. Ama Anna'nın kocasını aldattığı ve genç subayın kollarında dans ederken hislerini Tolstoy'dan dinlediğimde derin derin dalmışım. Biraz daha hassaslaştığım bir anda Ümit Besen dedim. Yani boş bulunduğumdan mı yoksa yoğunlaştığım için mi bilmiyorum. Ümit Besen dedim. O zamanlar yepyeni bir müzik tarzıydı bizler için. Tolstoy'un pek hoşlanmadığı bir müzik tarzıydı. Yani o nedense piyanonun bu tarz bir müzikte kullanılmasına alışamamıştı. Okul Yolu dedim sonra, biliyor musun diye sordum Tolstoy'a. Hayır dedi. Duymadım daha önce. Biraz mırıldandım. Sözlerini beğenmiş olacak ki not aldığını gördüm. Ümit Besen'in şarkıyı kurgularkenki ustalığını sevmiş, çocuksu, naif bir aşkı yumuşak bir dille anlattığı aşkının sonunda aldatılmış bir adam olmasına karşı gösterdiği olgun -hani ben çekerim cefamı, kendi kenidime ağlar dururum şeklinde bir olgunluktur bu- tavrına hayran kalmış ve onu magnifique olarak tanımlamıştı. Önüne geçemediği, sevdiği ama bir zaman sonra aldatılmışlığa engel olamadığı bir ilişki sonrasında yazdığı bu eser önünde bir saygı duruşu gösteren Tolstoy defalarca dinleyip derin derin iç çekmişti. Balinkasından son bir yudum aldı, izin istedi yanımdan ayrılmak için ve masadan kalktı....Sanki kendi eserinin -Anna Karenina- bu dev adamın kısacık sözleri karşısında değersizleştiğini düşünmüştü. Tolstoy'u son görüşüm işte o gündü benim.....

Son mektubunu Kasım 1910 yılında aldığımda, bana o şarkıyı kendisiyle tanıştırdığım için ne kadar minnettar olduğunu yazmış, hakkımı helal etmemi söylemişti. Gözlerimi dolmasına hakim olamamıştım. Usulca ağlarken kendi kendime Ümit Besen'in televizyondan gelen anlamlı dizeleriyle teselli oluyordum : Hayatın draması varsa.............


Saygıyla....


5 Ocak 2011 Çarşamba

"Yollara Düşür Beni - Dönmem Geri" Yalanı

Aydilge fanatikliğim post-it üzerine "Hangi Filmin Baş Rolünde Kahraman Oldum" yazarak ofisin duvarına asmamla birlikte yeni bir seviyeye erişmiş durumda. "Takıntı" kelimesine fena halde takılmış durumdayım. Niyeyse bir içselleştirdim, kendimde bir yer edindirdim, "karşıdakinden çok fazla şey beklemek" adlı klişe söz öbeğiyle özdeşleştirip kafamı allak bullak etmeyi başardım. Tıpkı sevgilimden olağanüstü-süpersonik karakter değişimleri isteyip, bunlar (doğal olarak) gerçekleşmeyince depresyona girip kafamı allak bullak etmeyi başarmam gibi.

Çok sevilmek, ardından takıntı haline dönüştüğünü görmek insanı göklere uçurabiliyor. Ama egolar devreye girip,   ufacık bir doz bile empati yapmadığın durumlarda beklentiler, istekler tavana vurmaya başlıyor. Sevgilin için sen bir takıntı haline dönüştüğünden, kendisi ses soluk çıkarmadan bunlara yanıt vermeye çabalıyor. Onun çabaladığını görmenle beraber biraz sabredip, mutlu olabilecek iken, egonu parabolik olarak artırıp, hiperbolik hızda isteklerini yeniliyorsun. Sıfırdan başlayıp sonsuza müthiş bir hızla giden bu eğriye terkedilmek o kadar güzel yakışıyor ve o eğride o kadar hızlı bir düşüşe sebep oluyor ki ardından yaşadığın kafanın telafisi olamayabiliyor. Sevgilin ise sana tam bu anda "varlığın yokluğundan daha zor" sözleriyle sesleniyor. Sen onu "yollara düşürsen" o da sana "dönmem geri" dese de sonunuz Atlas Pasajında sımsıkı sarılıp umutsuzca ayrılarak tüm salonu ağlatan Alper ile Ada'dan farklı olmuyor.

Ama yinede darlanmanın gereği yok. Neticede bu dinamiklerin hepsi bir dengeye ulaşıyor. Kimini böyle seviyorsun, kimini başka türlü. Çoğu kez egolarının tamamını toprağa gömmeye çalışıyorsun, tüm ilişkilerinin mutlu sonu için gayret gösteriyorsun. Ve elbette sonunda mutlu olmayı kendine öğretiyorsun. Ama sen bunu öğrenirken harcadığın insanlar için Tarkan'dan geliyor...ÜZGÜNÜM  :)



P.S : Sevgilimi Seviyorummm....